5 Aralık 2013 Perşembe

Sessiz Ev

Lise zamanlarımda Orhan Pamuk'un "Yeni Hayat" adlı kitabını okumaya çalışmıştım fakat başarılı olamamıştım. Defalarca denediğim halde kitabın sonunu getiremedim ve bu durum bende, Orhan Pamuk eserlerine karşı bir önyargı oluşturdu. Aradan yıllar geçti ve ben bir cesaret "Masumiyet Müzesi"ni okumaya yeltendim, okudum evet ama istediğim tadı alamadım, Orhan Pamuk eserlerine olan önyargım geçmedi. Ta ki "Sessiz Ev'"i okuyana kadar.
Sessiz Ev, 1984 Madaralı Roman Ödülü'nü ve 1991 yılında Fransızca çevirisi Prix de la Découverte Européenn (Avrupa Keşif Ödülü) ödüllerini almış bir eser. Sessiz Ev benimde ilk kez bu kitap sayesinde öğrendiğim bilinç akışı tekniğiyle yazılmış. (Bilinç akışı, karakterin bilincinin bir parçası olan çok sayıdaki görsel, işitsel, bedensel ve bilinçaltı izlenimi söze dökmeye yarar - Wikipedia). Mesela "Tutunamayanlar" bu teknikle yazılmış bir eser. "Ulysses" ve "Ses ve Öfke" bilinç akışı tekniğiyle yazılmış dünyaca ünlü eserler arasında... Yani kısaca bilinç akışı tekniğinde anlatıcı kahramanın direk kendisi.

Gelelim kitabın konusuna, 3 kardeş bir haftalığına babaannelerinin İstanbul yakınlarındaki evlerine ziyarete/tatile gidiyorlar. Kitabın anlatıcıları, evin uşağı Recep, Babaanne Fatma Hanım, torunlardan tarihçi Faruk, başarılı bir öğrenci olan Metin, Recep'in yeğeni ülkücü Hasan. Bir de kız kardeşleri devrimci Nilgün var ama onu ancak diğer anlatıcıların hayatlarından görüp, tanıyoruz. Tabi birde Fatma Hanım vesilesiyle romanda sıkça adı geçen Selahattin Bey var. Roman sağ sol çatışmasının had safhada yaşandığı 1980 yazında geçmektedir. Ben en çok evin uşağı cüce Recep'i sevdim, tüm hayatını etkileyen kötü bir duruma sebebiyet vermiş birine hizmet etmek çok büyük bir yürek gerektirir. Ve tabi ki en çok Nilgün'e üzüldüm hatta okurken, o an sarsıldım. Başta da dediğim gibi bu kitap Orhan Pamuk önyargımı yıktı, şimdi diğer kitaplarını da okuyacağım.

Kitaptan sunabileceğim alıntılar:

"Böylece, bir sonuca varmak için değil de, sanki kelimeleri
boş yere dövüştürmek ve anlamların çaresizliğini birbirlerine
vura vura iyice ortaya çıkarmak için konuşmaya başladık.
Ben onu diyordum, o da ötekini ve bana öyle geliyordu ki,
ben ötekini de diyebilirdim, o da, bu sefer, berikini ve sonuç
olarak sözler hiçbir şeyi değiştirmeden, burada, bizim kelime
ve zaman tüketmemizden başka bir şeye yaramaz."




18 Temmuz 2013 Perşembe

Matmazel Noraliya'nın Koltuğu

Bir yazar düşünün ki önce bedenlerimizi mistizmin ince gözeneklerinden geçirsin, mevcudiyet bulmadan bedenlerimizi ruhu ile karşılaştırsın ve bu karşılaştırmada aracısız yaratıcıya götüren yolları keşfettirsin ve insan siluetinde, sizin onu Matmazel Noraliya olarak tanıyacağınız bir meleği, Ferit'in karşısına oturtup, bir koltukta sohbet ettirsin.
Matmazel Noraliya'nın Koltuğu, materyalizm ile mistizmin uyumunu hiçbir şeyi inkar etmek zorunda bırakmadan, felsefik ve edebi düstur içinde, inançları koruyarak bir arada sunan, Avrupalı'nın bile parmağını ısırtacak derecede edebi üsluba haiz, Türk Edebiyat tarihinin nadide eserlerinden biridir.
Bu kitabı okuduktan sonra kıymetli bir zihniyete sahip olmuşluğun zenginliğini yaşayacağınızı düşünmekteyim.

Eğer Türkçe'ye kendi anadili kadar vakıf olan bir İngiliz ya da bir Fransız, bu eseri kendi diline çevirebilse idi; dilini bu kadar iyi kullanan çevirmenler olarak hem kendi edebiyat dünyalarına katkı da bulunur hem de dünya edebiyatını Peyami Safa'dan mahrum etmemiş olurlardı.

Kitaptan size sunabileceğim alıntılar:

"Bir ses ki, bir ses ki, felaketli bir ömrün bütün zehirlerini, onların birikmesinde günahı olmayanları da içine doldurabilmek için, en küçük bir şikayet sebebini büyük bir boşalma fırsatı gibi yakalar, tizleşir ve kezzap gibi keskinleşerek yalnız sahibini değil, bütün insanları tehdit eden meçhullere karşı imkansızlığın çığlığı imiş gibi içimizdeki ümit köklerini haşlar ve hepimizin müşterek haykırışımız olmak istidadını kazanır."

"Delilik şüphesiz aptallıktan iyidir. Delilik var olmuş bir zekanın yok oluşudur; aptallık, var olmamış bir zekanın var olmamaya devam edişidir. Deliliğin hiç olmazsa mazisi şanlı. Aptallığın şerefli bir tarihi bile yok."


Yalnızız

Peyami Safa hayatımın yazarı ve Yalnızız hayatımın kitabıdır.
Peyami Safa'yı ilk kez ortaokulda Türkçe öğretmenimizin okuttuğu "Dokuncu Hariciye Koğuşu" adlı eseriyle tanıdım.
Okudukça, anladıkça Peyami Safa'ya olan hayranlığım gün be gün arttı. Peyami Safa kendi kendisini yetiştirmiş bir insandır. Hatta Fransızca'yı kendi çabalarıyla öğrenmiş ve üstüne bir de Fransızca gramer kitabı yazmıştır.
Bulamadığım bir iki kitabı haricindeki tüm kitaplarını tekrar tekrar okudum ve okuyacağım. Üstadı anlamak için eserlerini tekrar tekrar okumalı, ince ince analiz etmeliyiz.
Yalnızız kitabı derin ruh çözümlemeleri içerir. Romanın başkahramanı Samim'dir ve Meral adlı bir genç kızı sevmektedir. Samim bilgili, okumuş, düşünmeyi bilen bir adamdır. Meral ise hafif uçarı, ikilemler arasında kalmış, Paris sevdalısı bir karakterdir.
Peyami Safa Samim karakteriyle kendi hayalini kurduğu ütopyasını, Simeranya adı altında dile getirir.
Samim vücut dilini çok iyi tahlil eder ve buradan çıkardığı manalar neticesinde olaylara, düşüncelerine yön verir. Kitabın konusu ile ilgili fazla ayrıntı verme taraftarı değilim. Edebiyat sever herkesin bu kitabı okuması şart... Peyami Safa bence hak ettiği değeri görememiş bir yazardır. Neden Peyami Safa bir Dostoyevski veya bir  Tolstoy gibi dünyaca bilinmiyor? Biz neden değerlerimizi dünyaya sunamıyoruz... Tartışılır...

Kitaptan sunabileceğim alıntılar: 

"Kendi kendimden nefretimin çerçevelediği ve çirkinleştirdiği bir dünyada yalnızım..."

" Bazen hakikat vahşidir, insanların arasına salıvermeye gelmez. Fakat o hakikatlere tasma takmak dururken yerlerine yalanları sürmek, neticeleri bakımından daha tehlikelidir."


"Bırak şu maddeyi, boğ şu ölçü dehanı, doy şu fizik ve matematik tecessüsüne, kov şu kemiyet fikrini, dal kendi içine, koş kendi kendinin peşinden, bul onu, bul kendini, bul ruhunu, bul, sev, bil, an, gör, kendi içinde gör Allah'ını. Kendine dön, kendine bak, kendine gel. Aptalca bir konfor aşkından doğduğu halde her biri daha korkunç bir dünya harbi hazırlayan teknik mucizelerinin yanında, senin iç zıtlıklarını elemeye yarayacak ve seni kendi kendinle boğuşmaktan kurtaracak ruh mucizelerini ara. İnan manevilere ve mukaddeslere, inan! Onlar hakkında bu kadar küçükçe düşünmekten utan! Her sezilen derinliğin ifşa ettiklerini düşünmekten bile seni alıkoyan tabiatçı metodlarını fırlat ve bitlenmiş elbiseler gibi at. Ortaçağ papazında haklı olarak ayıpladığın dar kafalılığın anlayış sınırlarını daha fazla darlaştıran beş duyu idrakinin kapalı dünyası içinde kalma; "Arşı geç, ferşi atla, sidreyi aş, gör ne var maverada ibrethiz."



Bana kalsa kitabın tamamını buraya alıntı olarak yazacağım... Okunmalı mutlaka okunmalı...

15 Temmuz 2013 Pazartesi

Sana Gül Bahçesi Vadetmedim

Bu kitabı ilk lise zamanlarımda yani bundan yaklaşık 13-14 yıl önce elime almıştım. O zamanlar psikolojik rahatsızlıklara ilgi duymamamdan ve aslında başıma gelmemiş olmasından dolayı bu kitap beni çekmemişti. Deborah'ın hayal dünyası bana anlamsız gelmişti ve kitabı yarım bırakmıştım. Ama şimdi yıllar sonra başka bir gözle okuduğumda bu kitabı, Deborah'ı çok iyi anladım. 
Deborah 16 yaşında şizofreni teşhisi ile hastaneye yatırılıyor. Doktoruyla yaptığı terapiler, kendi iç dünyasında verdiği savaşlar, hastalığın köklerini meydana getiren olaylar, krizler, hayata, dünyaya tutunma çabaları...
Akıl sağlığının ne kadar değerli bir şey olduğunu bir kez daha idrak edip, halk dilinde deli, kafayı yemiş diye nitelendirilen insanların aslında ne büyük acılardan geçtiğini bir kez daha anlamış oldum.
Kitabın adını oluşturan diyaloğu paylaşıp yazımı sonlandırmak istiyorum.

"Adalet uygulanmıyorsa, namussuzluk örtbas ediliyorsa ve inançlarını koruyan insanlar acı çekiyorsa, sizin gerçekliğiniz ne işe yarıyor?


Sana hiçbir zaman gül bahçesi vadetmedim ben.

Hiçbir zaman kusursuz bir adalet vadetmedim.
Ve hiçbir zaman huzur ve mutluluk da vadetmedim.
Sana ancak bütün bunlarla savaşma özgürlüğüne kavuşmanda yardımcı olabilirim. Sana sunduğum tek gerçeklik savaşım. Ve sağlıklı olmak, gücünün yettiği kadarıyla, bu savaşımı kabul edip etmemekte özgür olmak demektir. Ben yalan şeyler vadetmem hiç... Kusursuz güllük gülistanlık bir dünya masalı koca bir yalandır... Üstelik böyle bir dünya çok can sıkıcı bir yer olur!"

Bu arada söylemeden geçemeyeceğim... Yıllar önce okuduğumuz kitapları yeniden, şimdi ki aklımızla tekrar okumalıyız.

25 Haziran 2013 Salı

Can Yayınları Yaz Kampanyası Kitapları "Sözde Ölüm"

Kitapta baş kahramanların adı yok, sadece kadın ve adam var. Kitabın bir yerinde sadece bir baş harf var, o kadar. Bu kitabı esrarengiz kılıyor mu? Belki biraz ama kitaplarda çok isim kullanılmamasından yana olduğum için bu durum benim hoşuma gider. Ama yine de insan okuduğu, yaşadığı kahramana bir isim yakıştırmak istiyor, hayalinde onu canlandırabileceği özellikler arıyor kitapta. Mesela kitap kapaklarında -bu kitapta olduğu gibi- Kadın'ı hep yandaki kadın olarak hayal ederek okudum.

Kitap, 3 yıldır ayrı yaşadığı kocasının esrarengiz ölümünden defnedilinceye kadar geçen 12 günlük zaman zarfında, kadının kocasının çok iyi bilmediği yaşamını sorgulamasını konu almaktadır. Adam avukattır, homoseksüeldir ve RAF (Kızıl Ordu Fraksiyonu) ile ilişki içerisindedir. Siyasette kitapta var ama kitabın geneli kadının düşünceleri... 


Ben okurken biraz sıkıldım, durağan geldi.


Kitaptan alıntı olarak sunabileceğim bir cümle:


"...Eğer yalanların kokusu olsa böyle kokardı, diye düşündü kadın. Ama burası sadece hiç kimsenin sevmediği tüm evler gibi kokuyordu. Evler kötü olarak kullananlarına duydukları nefretin öcünü alırlar." 

24 Haziran 2013 Pazartesi

Can Yayınları Yaz Kampanyası Kitapları "Müzik Ve Sessizlik"

Bu kitabı Can Yayınları'nın 5 tl kampanyasından aldım.
Bu kampanyada yer alan kimi kitapların çok fazla yorumlanmamış olduğunu gördüm. Kitapları ilk aldığımda önce o kitaplarla ilgili yapılmış yorumlara bakarak az çok bir fikir sahibi olmaya çalışan ben, aldığım 3 kitapla ilgili pek fazla yorum bulamadım. 
Bu nedenle blogumda ki ilk yorumlarıma bu kitaplarla başlayacağım. 

Kitap 1999 Britanya ve İrlanda Kitapçılar Birliği'nin    Whitbread Ödülü'ne değer görülmüş. 

 1629 yılında Danimarka Kralı IV. Christian'ın lavtacısı ve meleği olan Peter Claire'in etrafında döner olaylar. Kitapta birçok karakter var, normalde içerisinde çok isim olan kitaplar beni sıkar, isimleri unuturum, kim kimdi diye düşünürüm ama bu kitapta kurgu güzel ve ismi geçen insanlar bir süre sonra birbirleriyle bağlantıya geçtikleri için hatırlamada sorun yaşanmıyor.  
İnsanın yaşadığı her dönemde var olan, yokluk, bolluk, ihanet, aşk, müzik bu kitapta iç içe...
Kitap beni sıkmadı, merak uyandırdı, yazarın dilini beğendim. 
Bir kitabın edebi kurgusu kadar o kitabı dilimize kazandıran çevirmenin de edebi dili çok önemlidir. Bu kitabın çevirisini Emre Kuzuoğlu yapmış ve tebrik ederim gayet başarılı bir çeviri yapmış. 

Kitapta Rönesansın dahi bestecisi olarak nitelendirilen  John Dowland'ın da adı geçmektedir. Böylece bende John Dowland'ı ve onun harika müziğini, uda çok benzeyen fakat tek farkının 'perdeli olması ve uda göre az dilime sahip olması' olan lavta'yı keşfetmiş oldum. 


Tarihsel aşk kitabı sevenlere tavsiye edebileceğim bir kitap.

Rose Tremain'in, Türkçe'ye çevrilmiş diğer kitapları "Renk" ve "Valentina'yı Sevmek". 




Kitaptan alıntı olarak sunabileceğim bir cümle:


"Yaşamın sana üstün geldiği zamanlarda kaderinle savaşmaya çabalama. Kendi zayıflıklarınla savaş."